14 Şubat 2014 Cuma

Edebiyat

Edebiyat, kişinin duygu ve düşüncelerini, kendine özgü bir dil kullanarak, estetik kurallar çerçevesinde, yazılı veya sözlü olarak dile getirmesidir. Edebiyatın da bir yöntemi olduğundan o da bir bilimdir. Edebiyat bir bilimin yapması gereken:-anlama, -yorumlama, -değerlendirme, -benzerleriyle karşılaştırma, -yerleştirme basamaklarını yaptığı için bir bilimdir.
Edebiyat’ın amacı estetik ve güzelliktir. Edebiyat’ı edebiyat yapan iki temel özellik vardır: 1) Dil-üslup 2) Estetik-güzellik. Bu özelliklerin ikisi de okuyucuya ve yazara göre değişkendir. Edebiyat duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakine anlatabilmek için bir araç niteliğindedir. Edebiyatta içerikten çok o içeriğin nasıl dile getirildiği önemlidir. Edebiyat sanatçıyı, bilimi ve eseri içinde yaşadığı dönemi ve türü içindeki yerini inceler.
Edebi eserin incelenmesi açısından, bir sosyal bilimdir. Diğer sosyal bilimleriyle sürekli iletişim ve etkileşim içindedir.
Edebiyatın diğer sosyal bilimlerden farkı: yaratıcı olması, öznel olması ve kurmaca olmasıdır. Edebiyat tarihinin oluşturulması açısından, edebiyat bilimi önemlidir.
Edebiyat’a teşkil eden olaylar:
1)Savaşlar: Toplumu derinden etkilediği gibi, bir toplum ürünü olan edebiyatı da etkilemiştir. Örnek: Kurtuluş Savaşı
2) Göçler ve tabii afetler: Bunlar bölgesel etkilerdir. Halkta derin izler bıraktığı için önemli derecede çok malzeme oluştururlar.
3) Kültürel değişim: Kültür, bir toplumun yaşayış biçimidir. Toplumun yaşam biçimi değişince buna bağlı olarak edebiyat da değişir. Toplumların yaşamlarına yeni şeyler girince kültürleri ve edebiyatı da değişir.
4) Aşk, sevgi: Bunlar bireysel etkilerdir.
5) Doğa: Bu unsur temel teşkil etmez, sadece farklı bakış açıları için ortam oluşturur.
Edebiyat ile diğer bilimler ilişkisi:
1) Sosyoloji: Sosyoloji toplum bilimidir. Toplumda meydana gelen olaylar edebi eserlere yansır. Sosyologlar da bu eserlerden yola çıkarak toplumsal olgulara ulaşabilirler. Tam tersi de olabilir.
2) Tarih: Tarihçiler edebi eserlere bakarak, eserin yazıldığı dönem hakkında bilgi edinebilirler. O dönemdeki yaşam koşullarını bulabilirler.
3) Psikoloji: Edebiyatçıların yazmış olduğu eserlerden psikologlar veya psikiyatrlar psikoanaliz yapabilirler.
4) Coğrafya: Özellikle, yazılan gezi yazılarından coğrafyacılar, o eserdeki yerin coğrafi özelliklerini bulabilirler.

Edebi Eser (Sanat Eseri), malzemesi dil olan, sanat gayesi ile yazılmış, estetik, zevk ve heyecana yönelik olan bir anlatım veya ifade tarzının oluşturduğu yapının adıdır. Edebi eser, insan eseridir, orjinaldir, özgündür, tektir, bireyseldir. Faydaya bağımlı değildir; ama ondan bir takım faydalı bilgiler elde edilebilir. Toplumda yaşanan olayları ve durumları yansıtması bakımından bir ayna görevi görür. Edebi eserkurmacadır. Kurmaca(İtibari), sanatçının dış dünyadan aldığı malzemeyi, kendi anlayışı, dünya görüşü ekseninde yeniden bir kurguyla ortaya koyduğu sonuçtur. Sanatçı her ne kadar gerçeği anlatırsa anlatsın o eser bir kumacadır. Bu anlamda edebi eser bir ayna görevi görür.
1) Eserin alacağı yapı(nesir, nazım), 2) Dil kullanımı, 3) İfade biçimi, 4) Üslup, 5)Edebi sanatlar ve eserde uygulanış biçimi, 6) Eserin hacmi, 7) Konu seçimi, 8)Sanatçının bakış açısı
Edebi akım: Belli bir dönemde, belli bir sanatçı gurubunun ortak bir sanat, estetik veya edebiyat anlayışı çerçevesinde oluşturdukları edebi hareket veya bu ortamda meydana getirmiş oldukları edebi eserlerin bütünüdür.
Edebiyat, aşağıdaki şekillerde tanımlanmaktadır:
1.
 Estetik amaçlı oldukları kabul edilen yazılı yapıtlar bütünü.
2. Yazıldıkları ülke, çağ, ortam, bağlı oldukları tür açısından ele alınan bu yapıtlar.
3. Bu yapıtlara ilişkin bilgiler, incelemeler bütünü: Edebiyat dersleri.
4. Yapıtların üretilmesi, edebiyatçının, yazarın etkinliği, mesleği.
5. Yapay, yüzey sel. genellikle içtenlikten uzak, süslü yazı ya da söylem için kullanılır: Bütün bu sözler edebiyattan başka bir şey değil.
6. Edebiyat yapmak, bir konuda boş, gereksiz, süslü püslü sözler söylemek: Bırak edebiyat yapmayı da düşündüğünü açıkça söyle.
Edebiyatın ne olduğunu belirlemek için sayısız tanımlar ileri sürülmüştür ama, bunların tümü de, önünde sonunda geçişli-geçişsiz, dışa dönük-içe dönük karşıtlığına indirgenebilir. Kimilerine göre estetik yazının kendi dışında bir amacı yoktur, dolayısıyla da yönetim, politika, gazete vb dilinin, ya da günlük konuşmanın zorunlulukları dışında kalır ve bu özerkliğin sağladığı çok yönlülükle, bir metin olarak, özerk bir yapı olarak, kendi yasaları dışında hiçbir yasa tanımadan kendi kendini oluşturur. Burada hesaba katmak zorunda olduğumuz kavram, gerçekliğin denetimi dışında kalan şeylere yönelik düşsel kavramıdır; ama bu kavram, nesnelliği de beraberinde getirmez, yalnızca yapıtın kendi içindeki karşılıklı bağıntıların varlığını belirler. Ama, düşsel de, sistem de gerçekte ayırt edici özellikler sayılamaz. Örneğin gazetecilik de, politika da, hem düşsel hem sistemlidir. Geçişsizlik de bizi kesin bir yargıya götürmez: bir metin okunduğuna, okunacağına göre. ister istemez okur üstünde etkisi olacaktır, yani okumanın kendisi kendi başına bir etkidir Şunu da unutmayalım ki, bu çözümleme sorunları, çağımızın ortaya çıkardığı sorunlardır: bütün zorluk, toplumsal olarak kurumlaşmış çeşitli söylemleri, çeşitli dilleri değerlendirecek bir karşılaştırma sisteminin yokluğundan kaynaklanır. Aristoteles’in edebiyat kuramı, Platonun mimesis üzerindeki görüşleri, edebiyatın dışında kalan varlıkbilimsel statülerdir. Boleau’nun Art poetique’i yazınsal bir tiplemeden çok sosyal topoloji üzerinde yer alan sınırlı bir topolojidir. Bu bakımdan. Sartre soruna başka bir açıdan bakarak edebiyat nesnesinin konumunu belirlemekte ve üretici etkinliğin koşullarını incelemekte haklıdır.
Bu durumda, edebiyat nesnesini ayırt etme çabasının kendisi de anlamlıdır. Çağdaş eleştiri, edebi olan ile edebi olmayanı ayırt etmeye kalkışmayı boş bir çaba olarak görür. Edebi ile edebi olmayanın birbirleri dışında varlıkları yoktur. Sartre’ın sorgulaması, toplumsal yönü bir yana, batı uygarlığının ayırt edici özelliği olan anlaşılırlık saplantısının bir parçasıdır. Jakobson tarafından tanımlanan ve geçişsizliğin bütün çeşitlemelerini toparlayan şiirsel işlev kavramı, dille anlatım arasında ayrı bir edebiyat kuramını temellendirmek için şart olan bir sınır çizer.
Oysa, dilin genel kullanımında, bir yazı nesnesi, bir okuma nesnesi olan edebiyat azınlıkta kalır. Edebiyat, günlük dilin, uğradığı değişiklik edebiyatı da değişikliğe uğratan kullanım dilinin dışında değil, tam tersine, bu günlük dilin içinde, bu dile yönelik özel bir işlemdir. Y.Lotman bunu çok iyi vurguluyor: edebiyat her zaman ikincildir, işlevini de bu kaçınılmaz dana sonralıktan alır, günlük kullanım diline özerklik ve geçerlik kazandım, bu dili ayıklanması ve örgütlemesiyle onu doğrulamış olur. Burada karşımıza çıkan sorun, düşsellik sorunudur: düşsel’i, yaratılanı yalan, sahte sayamayız; bu, onu bilmemek, tanımamak olur Bir sözün, bir söylemin, düşsel bir yapıtta yer almakla dilsel yapısında bir değişikliğe uğraması, yeni bir sözdizimsel yapıya dönüşmesi zorunlu değildir; bütün değişiklik, bu söylemin yadsınamayacak bir statüye kavuşmasında, yadsınmaktan kurtulmasındadır.
Metnin, geçimsizlikten kaynaklanan çok değerliliği, burada gerçek işlevini bulur. Yadsınamayacak demek, aynı zamanda bozulamayacak, saptırılamayacak. yani kendisi üzerinde kendi dediğinden başka şey söylenemeyecek demektir Yapıtın bu özelliği çok değerli olmasından gelir. Çok değerlilik ya da çok yönlülük, salt bir göndergeyi, yapıt dışında yapıta kaynak ve dayanak olabilecek salt bir gerçekliği yadsır ve edebiyat yapıtının saltlığını temellendirir. Bu çok değerliliğin iki oluşum yolu vardır: eğretileme ve düz değişmece Eğretileme bütünleyici ve mitolojiye dönüştürücü bir işlemdir: çeşitli anlam düzeylerinin bir aşama düzenine göre üst üste sıralandığı anlamsal bir paradigma kurar; yapıtın oluşum sistemini birtakım kodlara bağlar ve çeşitli işaretlerle kültür çağrışımlarını bu kodlara göre birleştirir.
Boileau işte bu sistemin kuramını açıklamıştı. Bunun yanı sıra, eğretileme yoluyla, yapıtın tekilliğine karşıt bir genelde kod dışı bir paradigma da kurulabilir: buna örnek olarak romantizmi ve ikide bir halka, sanata vb. seslenişini gösterebiliriz. Eğretilemenin tersine, düz değişmece, her tekil öğeyi bir yeni düzenlemenin hareket noktası olarak ele alır ve o güne dek kültür ortamında birbirine bağlanmamış verileri yan yana getirerek yeni karma oluşumlar yaratır. Edebi yaratma ve buna bağlı olarak günlük dilin ve söylemin geçerli bir dile dönüşümü eğretileme ve düz değişmece sistemlerinin ardışık ve karma kullanımından kaynaklanır. Düz değişmece ile edebiyatın özerkliği davasında o güne kadar göz ardı edilen yeni veriler onaya çıkmıştır.
• Edebiyat tarihi: Yazarların önceki yapıtlara kendi getirdiklerini katmalarıyla yavaş yavaş gelişen trajediyi inceleyen Aristoteles, bu arada türlerin ve yapıtların tarihi olarak edebiyat tarihini de tanımlamıştır Birçok değişiklik geçirdikten sonra, trajedi artık değişmez olmuş, tam bir olgunluğa ulaşmıştı. Bu “tam olgunluk” sözü, XIX. yüzyılın sonuna dek süren edebiyat tarihi anlayışının temel kavramlarından biridir: zamanı evrim terimleriyle nitelemek, varılan aşamayı, bu evrimin, daha başlangıcında saptanmış en son ve en olgun noktası olarak görmek. Bu durumda, edebiyat tarihi, geçmişi canlandırmanın ve nedenselliği ortaya çıkarmanın güçlükleri yanında yapıtların sürekliliğini ve biçimsel, kurumsal ortaklıklarını da hesaba katmak zorundaydı. Nitekim. Ouintilianus, yazdığı roma belagati tarihini, bu tarihin son ve en yetkin aşaması saydığı Cicero ile noktalamıştı. Rönesans’ta. klasik ve yeni klasik dönemlerde hep bir türün ya da anlatım biçiminin kendi özüne bağlı gelişmesi ele alınmıştı Ancak bütünselleştirici bir tarih bilincinin uyanmasıyladır ki edebiyat tarihi de bütünleyici bir anlayışa varabildi. 1763′te John Brown, şiir tarihini evrimci bir şemaya göre inceledi: başlangıçta türkü, dans ve şiirin beraberliği, sonra ayrılma ve her sanatın kendi alanında uzmanlaşması, daha sonra da ilk ve saf estetik beraberlikten uzaklaşmanın ve balı olarak bozulma ve çöküş. XVIII. yy.’ın sonunda Herder ve Frıedrıch Schlegel edebiyat tarihinin sürekliliği ilkesini ortaya attılar doğada sıçrama yoktur.
Birincisi, ilk türkülerin görkeminden bu yana şiirin gerilediğine inanıyordu, ikincisi, bu sürgün ve çiçeklenme benzetmesini daha bir kesinlikle ıslıyor, takat bunu yalnız Yunan şiiri ve edebiyatı için geçerli sayarak, çağının şiirini gelişmesi tamamlanmamış bir aşama olarak görüyordu. Grimm kardeşler ise, benzer ilkelerden yola çıkarak, sözlüden yazılıya geçiş sorunu üstünde durdular ve bu geçişe bir düşüş, bir gerileme gözüyle baktılar. Hegel’in estetiği de bir simge sistemine dayanması ve sanatın son yetkinliğe ancak felsefede ulaşacağını ilen sürmesi bakımından türler tarihine doğrudan bağlanır. Spencer ve Darwinin edebiyat tarihine katkısı, yapıtların kalıcılığı ve geçiciliği sorununa açıklık getirilmesini sağladı. John Addıngton Symonds, Elizabeth dönemi drar’ incelediği araştırmasında, yazara yoklan varetme anlamında bir yaratıcılık tanımayarak, gelişmeyi, çekirdek halindeki öğelerin yavaş yavaş olgunlaşmasına bağlıyordu Taine’in özelliği dar bir gerekirciliği savunması, ama Hegel’in temel savlarıyla bağlantısını da kesmemesidir. Bunun içindir ki Spencer ve Comte’u açıkça eleştirmiş ve edebiyat tarihini, iç nedenlerin, kendiliğinden gelişmenin araştırılmasını gerektiren bir donemler dizisi ve bunların zamanda sıralanması olarak tanımlamıştır. Çünkü edebiyat, örgütlenmiş bir bütün olarak düşünülen büyük tarihin tur parçasıdır. Buradan da, çeşitli edebiyatkümelerini birbirinden ayırt etmeye yarayan dönem kavramına varırız: Tanzimat romanı, Cumhuriyet dönemi romanı.
Fransız edebiyat tarihçisi Brunetiere de edebiyat türlerini Darwin ve Spencer’in türleri gibi ele alır: Racine’in Phedre’ı Rönesans döneminde doğan ve Lemercier’ den sonra da bütün önemini yitiren fransız trajedisinin en yetkin örneği ve gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bir edebiyat türünün sürekliliğini ya da geçiciliğini bir özete sığdırmak ve bu türle zooloji biçimlerinin evrimi arasında herhangi bir kesin bağlantı kurmak olanaksızdır. Ama yine de bu tarihçilerin yöntemlerinden alacağımız bir ders vardır: Edebiyat tarihi, eşzamanlı tarihsel verilerden, yapıtlar dizisi de biçimlerin evriminden ayrı düşünülemez ve edebiyat tarihçisine düşen, bütün yapıtları hesaba katmak ve bir dönem ya pıtları arasındaki aşama düzeninin bir tarihsel olgu ve tarihin belirleyici bir öğesi okluğunu unutmamaktır. L.Goldmann’m ilgi alanı ise bir dönemin ve bir sınıfın bi cimsel oluşumu ve imgeler sistemiydi. Prag okulu, tarihsel bir görüş açısından kaynaklanan değer ayırtımı dışında yapıtların eşzamanlı incelemesine olanak olmadığını ileri sürüyordu.
Edebiyat tarihinin hem tekili hem de geneli kapsayan bir bilim olabilmesi, ancak edebiyat sorununun yazar sorunuyla birlikte ele alınmasına bağlıdır. Bu da yazarın yaşamı ve yapıtıyla birlikte gerçek bir birey olarak görülmesini gerektirir Bu tekilliği tarihsel bir sistemlemenin boyutla rina yükseltmek Gustave Lanson’a düştü. Hareket noktası basit bir tıkırdı: edebiyat araştırmalarını ilerletmenin tek yolu onu, edebiyat “nesne “sine en yakın bilim dalına, yani tarihe bağlamaktı Tarih demek, olguların, metinlerin, olayların saptanma sı; bu olguların edebiyat alanına, içten (etkiler, kaynaklar, yazarlar arasındaki ilişkiler), dıştan (dönem, ulus) ve edebiyat sosyolojisi açısından (kurumlar, dağıtım, okuma) bağlanması demektir Ne var ki, bu edebiyat tarihi, hem tarih tarihçileri, hem de yazarlar taralından reddedilmiş, bizi gerçek bir kültür tarihine götüremediği ve estetik veriyi hiç hesaba katmadığı için suçlanmıştır. Onun bunun sözüyle hare ket eden. tanıkların dediklerine dayanan, edebiyatı dışından kavramaya kalkışan böyle bir edebiyat tarihi, fıkralara ve dedikodulara boğduğu sanat yapısının iç devinimini ve kendinden kaynaklanan gücünü göremez, görmek de istemez.
Edebiyat tarihinin karşılaştığı bu sorunlara, Bahtin’den Goldmann’a kadar dilbilimciler, biçimciler, psikanalizciler, toplumbilimciler, bunların yanı sıra freudculer mancalar, Frankfurt okulundan esinlenen birçok araştırmacı (özellikle de son louıı Lotman, Hans Robert Jauss ve Konstanz okulu) kendi açılarından çözüm getirmeye çalışmaktadırlar.
• Edebiyat sosyolojisi: Edebiyat sosyolojisi, sosyal, iktisadı, siyasal ve dinsel koşulların yapıtların içeriği, biçimi ve türü üzerinde ve bu üretimin sosyal ortam üzerindeki etkilerini inceler. Bununla birlikte, edebiyatın öteki sanat ürünlerinde görülmeyen bir ayrıcalığı vardır. Yazar, sosyal yabamın bağıntılarını ve mekanizmalarını, ayrıca da çeşitli insan tiplerinin düşünce ve davranışlarını günlük dile aktaran kimsedir. Dolayısıyla, edebiyat sosyolojisi, edebiyatın sosyal gerçekliği yansıttığı görüşündedir.
• Türk edebiyatında “edebiyat” terimi: Tanzimat’tan sonra kullanılmaya başlandı Daha önceleri bu anlamda, “şiir ve inşâ (nesir)” sözleri vardı Arapçada. “ilm ül-edeb” (edep bilimi) adı altında. Söz ve yazıda yanlış yapmamayı öğreten bilini” anlamında kullanılan “edeb”. Tanzimat döneminde, ilkin Şinasi’nin bir yazısında “lenn-i edeb” diye anılarak “iyi ahlak öğrettiği için edebî denildiği o yolda yazanlara da ‘edib’ adı verildiği” hatırlatıldı. Fakat, “edeb” kelimesinden türetilen “edebiyat” terimini en başta kimin kullandığını bilmiyoruz. En eski örnek, Namık Kemal’in. “Lisanı Osmani’nin edebiyatı hakkında bazı mülâhazatı şamildir” (Tasvır-ı efkâr, 1283/1866, sayı 416-417) başlıklı uzun makalesindedir Namık Kemal, daha sonra yayımladığı Bahar-ı danış önsözü (1873), Tahrıb-ı Hârâbat (1885) ve irfan Paşa’ya mektup’ ta (1887) ve “edebiyat” terimini kullanarak edebiyatın gerçeğe, akıl ve mantığa uygun olması, düşünceleri eğitmeye (terbiye-i efkâr) ve ahlakı düzeltmeye (tehzib-i ahlak) yönelik bulunması gerektiğini öne sürdü.
Edebiyat” terimi, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı kitabından sonra iyice yaygınlaştı; makale ve kitap adlarında da kullanıldı. Şemsettin Sami, Lisan ve edebiyatımız; Ebülziya Tevfik, Nümune-i edebiyat-i osmaniye; Muallim Naci, İstılahat-ı Edebiyye vb.



Gene Farklı Bir Kaynakta;


Edebiyat Nedir (Detay):


Edebiyat, Alm. Literatur (f), Fr.Littérature (f), İng. Literature. Düşünce, duygu ve hayallerin sözlü veya yazılı olarak güzel ve tesirli biçimde anlatılması sanatı. Okuyana estetik bir tat vermek amacıyla yazılmış olan ya da böyle bir amacı olmasa bile, biçimsel özellikleriyle bu düzeye ulaşabilen bütün yazılı yapıtlar. Bu anlamıyla edebiyat görece yeni bir terimdir.

Batı'da 18. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Geçmişte şiir, destan, tiyatro gibi türler genel olarak edebiyat başlığı altında değil, ayrı ayrı ele alınırdı. Türkiye'de de edebiyat terimi bugünkü anlamına ancak 19. yüzyılın sonlarında kavuşmuştur. divan edebiyatında şiir ve düzyazı (inşa), amaçlan ve kuralları farklı olan iki ayn sanat dalı olarak görülürdü.Edebiyatın kapsamıEdebiyat bir anlatım biçimidir. Düşünce ve duygulan güzel ve etkili bir biçimde anlatma sanatı olarak da tanımlanır. İnsan yaşantılarını anlatan her metin edebiyat yapıtı değildir. Konu tartışmalı olmakla birlikte, asıl amacı estetik tat vermek değil, bilgi vermek ya da inandırmak olan yapıtlar (teknik ve bilimsel kitaplar, gazete yazılan, reklam metinleri, propaganda yazıları vb) genellikle edebiyatın kapsamı dışında bırakılır. Bir metnin edebiyat yapıtı, sayılması için sanat değeritaşıması gerekir! Ama bu değeri tanımlamak kolay değildir. Edebi değeri olan bilimsel metinlere rastlanabildiği gibi, sanat katına yüksele-meyen şiirler de vardır. Bunlara şiir değil, manzume denir.

Edebiyatın tanımı ve kapsamıyla ilgili tartışmalar, estetik kuramının alanına girer. İlk sistemli estetik felsefesinin kurucusu olan kant'a göre, bir metnin sanat sayılabilmesi için "çıkar gözetmemesi", başka bir deyişle kendi dışında hiçbir amaç taşımaması gerekir. Bütün sanatlar gibi edebiyat da bu bakımdan oyuna benzetilebilir. Oyunun kendi dışında hiçbir amacı yoktur, yalnız zevk almak için oynanır ve biter. Bu yaklaşım, edebiyatı öteki insan eylemlerinden ayıran çok önemli bir noktayı vurgulamakla birlikte, iki yönden eleştiriye açıktır. Birincisi, fazlaca "hazcı" bir yaklaşımdır; edebiyat yapıtlannın içerdiği "doğruluk" boyutunu, aydınlanma yanını ihmal etmektedir. İkincisi, yeterince tarihsel değildir; geçmişte edebiyat dışı sayılan bazı metinlerin zamanla edebiyat kapsamı içine alındığını, bazılarınınsa edebi değer ve işlevini yitirdiğini göz önünde tutmamaktadır. Oysa bütün insan ürünleri gibi sanat da ölümlüdür.

Edebi türlerin en "edebi", en katışıksız, en yoğun olanı lirik şiirdir. estetik haz vermenin ötesinde hiçbir amaç taşımaz. Ama bu estetik hazzın içinde derin, karmaşık ve dile getirilmesi güç bir insani gerçeklikle karşılaşmanın verdiği heyecan da vardır.

Yoğunluk ve katışıksızlık açısından lirik şiiri destan, eleji, ağıt, mesnevi, dramatik şiir ve felsefi şiir gibi manzum türler izler. Bunlar genellikle firik şiirden daha uzun ve daha gevşek dokuludur. roman, 18. yüzyılda gelişen ve 19. yüzyılda öne çıkan bir türdür. Kaynaklan açısından en zengin edebi biçim olduğu söylenebilir. Destan, masal, ortaçağ romansları, deneme ve felsefi metin gibi daha eski biçimlerin hepsi romanı beslemiştir. Ama günümüzde satışa çıkan romanlann büyük bölümü edebiyat yapıtı sayılmaz; estetik zevk vermek için değil, oyalamak ve eğlendirmek için yazılmışlardır. Seyahatname, gezi notları, anı, otobiyografi, günlük ve mektup gibi kişisel metinler, genellikle edebiyat ile belgeseli ayıran çizginin iki yanında yer alır. Üsluplarının yetkinliği ve içeriklerinin zenginliğiyle büyük edebiyat yapıtı katma yükselenler olduğu gibi, "gazete yazısı" ve "anı defteri" düzeyinde kalanlan da vardır. Birçok kişisel metin, edebi değerinden çok, yazan konusunda özel bilgiler vermesi yüzünden ilgi çeker. Öte yandan, kolay kolay hiçbir türe sokulamayan ve üslup kaygısı gözetilmeden yazıldığı halde okurlara estetik bir doyum sağlayan metinler de vardır; 20. yüzyıl edebiyatında dışavurumculuk, dadacılık ve gerçeküstücülük gibi akımlann ürünleri genellikle bu türdendir.

Edebiyat Akımları:


Anakreontizm
Anlatımcılık (Ekspresyonizm)
Dadaizm (Dada Hareketi )
Dandizm
Doğaüstü
Edebiyat-ı Cedide
Egzistansiyalizm
Entimist (İçtenci)
Estetizm
Fütürizm (Gelecekçilik)
İmajizm
Empresyonizm (İzlenimcilik )
Klasisizm (edebiyat)
Kübizm
Lirizm
Milli Edebiyat Akımı
Natüralizm
Neo-klasikçilik
Neo-realizm
Parnasizm
Parnasse Okulu
Popülizm
Postmodernizm ve roman
Realizm (Gerçekçilik)
Romantizm
Romantizm ve Gerçekçilik
Simgecilik (sembolizm)
Sürrealizm (Gerçeküstücülük)
Verismo

Edebiyat Türleri:


a) Nazım Türleri:
1- Şiir
2- Destan
3- Ağıt
4- Mesnevi
5- Eleji

b) Nesir Türleri:
1- Roman
2- Öykü
3- Masal
4- Tiyatro
5- Deneme
6- Makale
7- Biyografi
8- Otobiyografi
9- Eleştiri
10- Anı
11- Gezi yazısı
12- Mizah
13- Edebi destan



Gene Başka Bir Kaynakta;

Edebiyatın ne olduğunu anlayabilmek için onun, dilden, konuşma ve düzyazı dilinden farklı olan yanlarını ortaya koymak gereklidir. Konuşma ve düzyazı dilinde, dil bir araç, sözcükleri kullanmakla girişilmiş, belli bir amaca dönük eylemdir. Doğruyu araştırma, ortaya koyma, başkalarına iletme aracıdır. Konuşma ve yazı dilinde sözcükler görevini yaptıktan sonra işe yaramaz hale gelir. Önemli olan meydana getireceği sonuçlardır. Sonuç yani amaç, onu okuyan, ya da dinleyendeki değişimdir. Düşüncemizi dile getiren sözcükleri nasıl biçimlendirdiğimizi unuturuz. Onlar aracılığı ile düşüncemizi ilettiğimiz kişi de onların nasıl biçimlendirildiğine dikkat etmez. Unutur. Dil, bizi doğrudan doğruya öteki insanlarla yada eşya ve düşüncelerle karşı karşıya getirir. Konuşma ve yazı dilinde sözcükler saydamdır. Uçarıdır. Aradan kaybolur gider. Oysa şiir ve edebiyatta bunların tam tersi oluşmaktadır.

Şiir ve edebiyatta dil bir araç değil, biraz amaçtır. Şiir ve edebiyatta dil, sözcükler, cümleler ve biçimler nesnel (objektif) hale gelirler, şeyleşirler. İnsanla öteki insanların, eşyanın ve düşüncelerin arasına girip saydamlaşmaz şiir. Uçarı hale gelmez konuşma ve düzyazı da olduğu gibi. Tam tersine, karşımıza çıkar. Resim gibi, heykel, müzik, yapı gibi (eşya) değeri kazanır. Şair cümle kurmaz, bir nesne meydana getirir. Sözcüklerle, güzel, unutulmaz biçimler yaratır. Sözcüklerin bir araya özel biçimler altında getirilişinde derin eğilimler dürtüsü vardır. Şair, dilde olduğu gibi sözcüklerden yararlanmaz. Onlara yararlı olur. Renk, ses, hacim gibi onları şeyleştirir, kırar, bozar ve yeniden birleştirerek bir şiir dünyası kurar.

Sözlerin ve sözcüklerin nesnelleştirilerek özel işaretler, deyişler, tılsımlı biçimler haline getirilmesi, bunların sihir ve büyü alanında kullanılması, unutulmayan, ezberlenen özel biçimlerle tekrar edilmesi, şiirin doğuşunu hazırlayan en eski etkenlerdir. Bu yönden denilebilir ki, yazı şöyle dursun, tam konuşma dilinin bile gerçekleşmediği, insanın ve insanlığını en eski tarihinde şiir ve şiir dili vardır. Demek ki, edebiyat, dilden önce idi. Bununla beraber gerçek şiir ve edebiyat yazının bulunupkullanılmasından sonra gelişmiştir. Sanat dışı konularda (politika, hukuk, mektup vb. alanlarda) bile ilk yazılı metinler, edebiyata yakın, destanî, güzellik iddiası ile yüklü oldukça nesnel eserler olmuşlardır


Çeşitli Kaynaklardan alıntı alarak yapılmıştır.
Categories:

0 yorum:

Yorum Gönder