22 Şubat 2014 Cumartesi

Emay Sanatı

Aslında emayın tarihi oldukça eski. Taa milattan önce camın keşfinden sonraya, eski Mısır ve Mezopotamya’ya kadar uzanıyor. Yunanistan, Kafkasya, Uzakdoğu ve Avrupa’da da yayıldığı, sanatın kalbinin attığı Fransa’da iyice popüler hale geldiği biliniyor.
Emayın ne olduğunu bilmiyor olabilirsiniz, bu gayet normal. En basit tanımıyla emay için bakırın üzerine uygulanmış cam diyebiliriz. Bakır üzerinde kullanılan emay boyası tıpkı cam gibi kumdan yapılır ve çeşitli metaloksitlerle renklendirilir. Bu rengârenk boyalar bakırın üzerinde çok yüksek ısıdaki fırına verilince pişerek sabitlenir ve ortaya birbirinden güzel eserler çıkar.
Bakır dedik ama onun yanında çelik, gümüş hatta altın bile emay zemini olarak kullanılabilir. Yine de en yaygın olarak bilinen ve kullanılanı bakırdır.
Her sanatta olduğu gibi emayda da çok çeşitli teknikler kullanılır. En temel tekniği anlatalım ki olayı gözünüzün önünde canlandırabilin. Bir parça bakırınız var. Bu önceden istendiği şekilde kesilmiş, temizlenmiş ve hazırlanmış bir parça. Elinizde minik bir çay süzgeci, sevdiğiniz renkteki emay boyasını seçip düzgün ve her yere eşit miktarda denk gelecek şekilde bakırın üzerine elersiniz. Özel maşa ve eldiven yardımıyla bakır parçasını dikkatlice emay fırınına koyup birkaç dakika boyanın erimesini beklersiniz. Çıkardığınızda bakırın pırıl pırıl güzel bir renkle kaplandığını görürsünüz. Bundan sonra minicik renkli cam parçalarıyla zemini istediğiniz gibi süsleyebilir ve tekrar fırına verebilirsiniz. Bu en temel ve kolay tekniktir. Bu şekilde çok hoş takılar, aksesuarlar yapabilirsiniz.
Bakırı önceden hazırlamaktan kastımız şu: Önce bir parça bakır tavlanır; yani bir süre alevde kızdırdıktan sonra soğuk suyun altına tutulur. Sonra istediğiniz boyda kestiğiniz ve kenarlarını eğeleyerek düzelttiğiniz parça, üzüm sirkesi ve tuz konmuş su dolu kapta bekletilir. Bunun ardından alüminyum telle iyice ovuşturarak bakırı tertemiz yapmanız gerekir. En son adım da kenarlarından tutup suyun altından geçirmek ve hafifçe kurulamaktır.
Tekrar süslemeye dönelim. Genellikle zemini anlattığımız eleme tekniğiyle oluşturursunuz. Bunun üzerine dilerseniz fırça yardımıyla da boya uygulayabilirsiniz. Suluboyanın kâğıda dağılması gibi bir şey olmayacak bu; kaygan bir zemine suyla karıştırdığınız boyayı koyacak ve kuru fırçayla boyayı ince ve düzgün bir şekilde dağıtacaksınız. Yanına bir başka renk koyduğunuz zaman karışma tehlikesi var ama birkaç denemeden sonra işin tekniğini anlamak çok kolay. Püf noktası, boyaları bakırdan kalın tutmamak. Bu her teknik için geçerli. Aksi takdirde fırından çıkınca boyalar çatlayarak kendilerini yere atarlar.
Bir diğer teknik, ebru eserlerine benzer şekiller ortaya çıkarmanızı sağlar. Eleme ile istediğiniz rengi kaplayıp bakırı pişirdiniz, elinizde renkli bir yüzey var. Üzerine özel, incecik kesilmiş renkli camları zevkinize göre dikkatlice koyarsınız. Bu kez fırından başka bir de şalümo denen araca ihtiyacınız var. bildiğiniz piknik tüpüne bağlanan, cevval bir şekilde alev fışkırtan bir cihaz bu, dolayısıyla çok dikkatli olmak gerek. Bir maşa ile alevin üzerine tuttuğunuz bakırınızın üzerindeki boyalar erimeye başladığında özel ve yine ucu ısıtılmış bir çubuk ile ince camları dikkatlice çekersiniz. İşiniz bittiğinde ebruya benzer bir parçanız olur.
Bir diğer kolay teknik de şu: Eleme faslını artık biliyorsunuz. Çıkarıp soğuttuğunuz parçanın üzerine bu kez başka bir renk elersiniz. Fırına vermeden önce bir kürdan ya da kalem ucuyla tozların üzerine şekiller çizebilir ve böylece alttaki boyanın görülmesini sağlarsınız. Fırınlayıp çıkardığınızda istediğiniz şekil iki renkli olarak ortaya çıkmış olur.
Bir de şunu hayal edin: Tamam, boyayı elediniz, çıkardınız, soğudu. Kâğıt üzerine istediğiniz bir şekil çizip kenarlarından dikkatlice kestiniz. Örneğin bir kuş. Zeminin üzerine kuşu koyup üzerine başka bir renk eler ve cımbız yardımıyla kuşu kaldırırsanız ne olur? Alttaki renkte bir kuşunuz olur. Fırına sokup çıkardığınız zaman işlem tamam.
Bunların dışında böyle pek çok teknik daha var. Bunların en çok bilinen ve en zor olanı, telle çalışma. Bu, tüm dünyada “cloisonné” tekniği olarak biliniyor. İşin özü, incecik bakır telleri elenmiş ama fırına daha girmemiş boyanın üzerine özenle koymak ve fırına öyle vermek. Teller zemine yapışıyor ve gerisi hangi süsleme tekniğini seçeceğinize kalıyor.
Elbette daha anlatacak çok şey var bu zarif sanat hakkında. Ebru gibi emayın da ilgiye ve genç dokunuşlara ihtiyacı var ki ortadan kaybolmasın. Biraz hayal gücü, sabır ve özenle ortaya harika şeyler çıkacağından emin olabilirsiniz... Bakın şurada ve şurada da örneklerini görebilirsiniz
Not:Alıntıdır.

21 Şubat 2014 Cuma

Çulhacılık

Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa
Şanlıurfa El Sanatları
Yün ipliği, pamuk ipliği ve floş’un kamçılı tezgâhının tek ayakla çalışan çeşidi olan “cakarlı” ve 2-4 ayakla çalışan çeşidi olan “çekmeli” tezgâhlarda dokunarak “Yamşah” (“Neçek”-“Çefiye”) ve “Puşu” gibi baş örtüsü, “Ehram” gibi kadın boy örtüsü haline getirilmesi sanatına Urfa’da “Cülhacılık” denilmektedir.
Cülha tezgâhlarının kamçılı olmayan, yani mekiği el ile atılan çeşitlerinde “Aba” (kadın ve erkek boy örtüsü) ve “Çaput Çul” (Kilim) dokunmaktadır.
30-40 yıl öncesine kadar Kamberiye Mahallesi’nde 100’e yakın kamçılı tezgâhta icra edilen Yamşah ve Neçek dokumacılığı (Cülhacılık) son zamanlarda önemini yitirmiş, tezgâh sayısı 5-6’ya düşmüştür. Hekim Dede Mahallesinde “Kumaşhane” denilen evdeki 10’a yakın tezgâhta 100 yıldan beri cülhacılık yapılmaktaydı. Ancak son yıllarda bu sanata olan ilginin azalması neticesinde bu tarihi imalathanedeki tezgâhlar 1991 yılında dağıtılmış, imalathane konuta dönüştürülmüştür.
Günümüzde Hacı Elagöz, Hüseyin Acı, Hacı Ramazan Çatkın, Mahmut Karataş ve Emin Tek adlarındaki ustalar tarafından sürdürülen bu sanatın, adları bilinen ve bugün hayatta olmayan başlıca ustaları şunlardır: Eyyüp Narnur, İstanbullu Mahmut (aslen Urfa’lı olup lakabı İstanbullu’dur.), Hacı Abdullah Kırıkçı, Muhittin Bayraktar, Yusuf Kaplan, Abdullah Tek, Ramazan Topal, Emin Çiftçi, Hacı İbrahim Cömert, Şıh Müslüm Kırmızı, Müslüm Demirel ve Hacı Sinan.
1650 yıllarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Urfa’da pamuk ipliğinden kapı gibi sağlam bez dokunduğunu, bunun Musul bezinden daha güzel ve temiz olduğunu söylemektedir. Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği bu bez, Urfalılar’ın “Kâhke Bezi” dedikleri bez olmalıdır.
1883 tarihli Halep Vilâyet Salnâmesi’nde Urfa’da 221 adet kumaş tezgâhının varlığından söz edilmiş olması dokumacılığın bu ilde çok önemli bir sektör olduğunu vurgulamaktadırYün ipliği , pamuk ipliği ve floş\’un kamçılı tezgâhın tek ayakla çalışan çeşidi olan \”cakarlı\” ve 2-4 ayakla çalışan çeşidi olan \”çekmeli\” tezgâhlarda dokunarak \”Yamşah\” (\”Neçek\”-\”Çefiye\”) ve \”Puşu\” gibi baş örtüsü, \”Ehram\” gibi kadın boy örtüsü haline getirilmesi sanatına Urfa\’da \”Cülhacılık\” denilmektedir.
Cülha tezgâhları nın kamçılı olmayan, yani mekiği el ile atılan çeşitlerinde \”Aba\” (kadın ve erkek boy örtüsü) ve \”Çaput Çul\” (Kilim) dokunmaktadır.
Dantel ve Oyalar: Kadınların boş zamanlarını değerlendirmek amacıyla yaptıkları, süslemeye yönelik el sanatı ürünleridir. Danteller beyaz veya krem ip kullanılarak örülür. Motifler halinde tek tek örülüp birleştirilen veya bir bütün olarak örülen danteller, çarşaf, yastık, sandık örtüsü gibi eşyaların kenarlarına geçirildiği gibi, su takımı, oda takımı, sehpa örtüsü, karyola takımı, masa örtüsü olarak da yapılmaktadır. Bamyalar, yelpaze, örümcek, laleler, demiryolu, kaz bacağı, elti eltiye küstü, kaynana yumruğu, dantellerde kullanılan sayısız örneklerden bazılarıdır.
Oyalar; tığ, iğne, mekik, firkete gibi araçlarla örülür. Çok gösterişlidir. Renkli ipliklerle bazıları boncuklar ve pullar kullanılarak yapılan oyalar, tülbent ve yazma kenarlarına geçirilir. Oyalarda kullanılan örneklerden bazılarının adları şöyledir. Sarhoş bacağı, bülüç gözleri, karanfil, bademler, ortancalı, günlük oya, pul oya gibi.

Çadırcılık

İslamiyet öncesinde çadır türklerin atları sırtında taşıdıkları evleriydi. Göçer hayat yaşayan Türklerin evleri, obaları, şehirleri çadırlarıydı. Çadırların taşındığı veya üzerinde çadır kurulu olan yüksek arabaları vardı. Keçe, hayvan derileri veya dokumadan yaptıkları çadırların büyüğüne yurt denirdi. Yurt kelimesi günümüzde anlam genişlemesine uğrayarak vatan anlamına dönüşmüştür. Bu dönemde Eski Türklerin en önemli yaşam alanını çadırlar oluşturuyordu
İslamiyetin kabulü ile çadır geleneğinin yok olmadığını Hünkarların sefer , av veya eğlence törenleri için otağları tercih ettiği görülür. Yerleşik hayata geçememize rağmen çadır geleneği günümüze kadar devam etmiş 18 yy dan itibaren kısmen önemini yitirmeye başlamıştır. Her şeye rağmen çadır ve geleneği günümüzde de yaşam alanımızda varlığını sürdürebilmektedir..
Türk çadırları sınıfına dahil olan en gelişmiş çadır türü. Otağ-ı Hümayun adı verilen sultan çadırlarıdır.88 Padişahın sefer sırasında yatıp kalktığı başkumandanlık karargahı olarak kullandığı savaş divanının toplandığı gezici saray büyüklüğünde, pek çok daireden oluşan çok direkli kırmızı çadırdır.
Sultan dışında yalnızca en büyük dini yetkili “Şeyhü’l-İslam” vezirler ve büyük eyaletlerin yöneticileri olan “Beylerbeyi” kırmızı kumaştan yapılan bu çadırda oturma hakkına sahiptirler.
Barış zamanında, padişahın yazlığa veya uzak bir yere gidişinde kullanılırdı. Sultan çadırları daima çevreyi en iyi şekilde gören küçük bir tepenin üzerine kurulurdu. Çadırın kurulduğu yer aynı zamanda Sultanın en üst rütbede bulunduğunu vurgulamaktadır. Doğal olarak sultan çadırı, boyutları ve dış süslemeleri ile diğer çadırlardan üstün olduğunu göstermek zorundadır.
Sefer çadırları çift olup, biri kullanılırken diğeri bir sonraki menzilde kurularak padişaha hazır bekletilirdi. Padişah çadırın kurulup toplanması ile görevli olanlara saray teşkilatında “ÇADIR MEHTERLERİ” veya “HAYME MEHTERLERİ” denirdi.
İçi bölmelerle ayrılmış içice iki çadır şeklinde olan Sultan çadırlarında, padişahın oturduğu, kısmın etrafında yine perdeler ile ayrılmış bir gezinti yeri bulunurdu. Burada nöbetçiler ve savaşçılar beklerdi. Padişah çadırının duvar ve tavanları iki kat kumaştan olup, pencereleri bulunurdu. İçi, toprak zemin üzerine hasır ve keçeler ile kaplanır, bunların üzerine kürk halı serilirdi. Kenarlara, kolay kurulup sökülebilen oymalı, süslü ağaçtan yapılmış sedir ve divanlar yerleştirilirdi. Üzerlerine şilteler, yataklar serilir, nadide nakışlı kumaşlar örtülürdü. Kışın çadırın içi, süslü mangallarla ısıtılırdı. Duvarlara işlemeli kumaşlar ve ince halılar, geceleri ışık vermesi için de altın ve gümüş şamdanlar asılırdı.
Bu çadırlar önceleri, ‘YURT”, “TOPAK EV” veya “KUBBE ÇADIR” denilen, etraf duvarları kafes şeklinde yapılmış panolardan oluşmakta iken, dokumacılığın ilerlemesi ile özellikle XVII. yüzyıldan itibaren karacadır biçiminde, iki veya üç direkli büyük ve geniş çadırlar şeklinde yapılmaya başlanmıştır.
Bu tip padişah çadırları alt kısmı pamuk veya kendir ipliğinden su geçilmeyecek şekilde dokunmuştur. Bunun üzerine de ikinci kat olarak kırmızı ipekten ve haricen rankli şerit ve sırma ile işlenmiş motif ve saçaklar ile süslenmiş ipek kumaşlar örtülerek yapılırdı.
En yüksek dinî yetkili olan Şeyhü’l-İslam, vezirler, Beylerbeyi ve şehzade çadırları da kırmızı kumaştan olurdu.
Avrupalıların hayret ve hayranlıkla izledikleri bu saray büyüklüğündeki otağlar, İslam öncesi Türk hakanlarından devam ettirilen bir geleneğe dayanıyordu.

Çubukçuluk

Ağızlıkçılık” veya “Çubukçuluk” ismiyle anılan el sanatının başlangıcı 1800’lü yıllara kadar iner. Sivas ağızlıklarının yapımında Tokat- Erzincan- Kars ve Ağrı yörelerinden temin edilen “Germişek ya da karamuk” denilen ağaç cinsleri kullanılır.

Germişek çubukları istenilen boyda kesilir, bunlar uzunluklarına göre “Lüleli, topcık başlı, yanma başlı, ufak lüleli ağızlık, arabalı ağızlık (birbirine geçmeli)” gibi çeşitli adlar alır. Tomruk makinesinde kabukları sorulan çubuklar tornaya bağlanır, keski yatay yada dikey tutularak desenin dış çizgileri çizilir. Sonra kalemle (ince uçlu işleme ve kakma gereci) desenler oluşturulur. Bu işleme “nakış keskisi” denir. İşlemleri bitirilen ağızlık kezzaba batırılır.

Ateşe tuttuktan sonra zımparalanır. Yeniden tornaya bağlanır ve matkapla ağız bölümü (sigara konulan yeri) açılır. Çakıyla yassılaştıran bu bölüm de kezzaba batırma, kızartma ve cilalama işlemlerinden geçirilir.

Son zamanlarda Sivas’taki ağızlıklar kalem, kalemlik, tığ sapı, şamdan ve minare maketi gibi hediyelik eşyalar da yapmaktadırlar. Üretilen ağızlık ve kalemin üzerine ince renkli ipeklerden yararlanılarak “Sivas Hatırası” veya kişi adları yazılır.


Read more: http://www.sivaskulturu.com/sivas/cubukculuk-ve-agizlikcilik/oku/70#ixzz2tzf5bV9C

Farklı Kaynakta:
Çubukçuluk köklü el sanatlarından biridir. Kişisel kullanım yada satış için yapılan çubuklar günümüzde turistik bir değer kazanmıştır. Ağızlık yapımında yörede germişek yada karamuk denilen bir ağaç kullanılır. Germişek çubukları istenilen boyda kesilir, bunlar uzunluklarına göre "Lüleli, topcık başlı, yanma başlı, ufak ağızlık, ufak lüleli ağızlık, arabalı ağızlık (birbirine geçmeli)" gibi çeşitli adlar alır. Tomruk makinesinde kabukları soyulan çubuklar tornaya bağlanır, keski yatay yada dikey tutularak desenin dış çizgileri (konturlu) çizilir. Sonra kalemle (ince uçlu işleme ve kakma gereci) desenler oluşturulur. Bu işleme "nakış keskisi" denir. İşlemleri bitirilen ağızlık kezzaba batırılır. Ateşe tuttuktan sonra zımparalanır. Yeniden tornaya bağlanır ve matkapla ağız bölümü (sigara konulan yeri) açılır. Çakıyla yassılaştırılan bu bölümde kezzaba batırma, kızartma ve cilalama işlemlerinden geçirilir.



Süslemede uygulanan bir başka teknikte ekin saplarının üzerine ibrişim yada ipek sarılmasıdır. uzunlamasına kesilmiş ekin sapları süslemenin yapılacağı bölümlere yerleştirilir. Alt ve üstlerden renkli ibrişim (yada ipek) sarılarak süslemeler oluşturulur. Bu teknik çoğunlukla yazı yazmada uygulanır. İlde ilk ağızlığı Şeyh Aziz Baba'nın yaptığı söylenir.